VEFAT ETMİŞ OLAN MÜRŞİDE RÂBITA YAPILIR MI?

VEFAT ETMİŞ OLAN MÜRŞİDE RÂBITA YAPILIR MI?

VEFAT ETMİŞ OLAN MÜRŞİDE RÂBITA YAPILIR MI?

Soru: Esselamu aleykum Hocam, Allah sizi başımızdan eksik etmesin. Diğer tarikatlarda olan bazı sûfi kardeşlerimiz, Şeyhimiz İhramcızâde İsmail Hakkı efendinin son şeyh olduğunu, bu yüzden silsilemizin kesildiğini söylüyorlar. Ölü bir şeyhin müridine bir faydasının olamayacağını ve bu yüzden bu yolda boşuna çabaladığımızı iddia ediyorlar. Hangi tarikattasınız diye sorduğumuzda ‘Nakşibendiyiz’ diyorlar. Bizimle tepeden bakarak küçümseyici bir tonla konuşuyorlar. Bu gibilere nasıl cevap verilebilir?
 
Cevap: Ve aleyküm selam
 
Faydayı yaratan Allah’tır. Mürşidin ruhu, O’nun faydayı yaratmasında sadece bir vesiledir, sebeptir.
 
Hidayeti yaratan Allah’tır. Peygamberleri buna vesile etmiştir.
 
Yağmuru yaratan ve yağdıran Allah’tır. Bulutları yağmura sebep etmiştir.
 
Işığı yaratan ve aydınlatan Allah’tır. Güneşi, ışığa sebep etmiştir.
 
Tasavvuf yolunun büyüklerinden Cüneyd-i Bağdadi (rahmetullahi aleyh) şöyle der:
 
“Bu dine, şu iki adamdan daha zararlı kimse yoktur: 1. Dünya menfaati için çalışan alim; 2. Cahil sûfi.”
 
Nakşibendi Yolu, Üveysîlik Yoludur Zaten:
 
Hem Nakşibendî yolunda olduğunu söyleyip hem de dünyasını değişmiş olan bir mürşidi kâmilin ruhuna rabıta yapılamayacağını söylemek, azbuçuk tasavvuf ilmini tahsil etmiş olan bir dervişin yapacağı iş değildir.
 
Bu sufiler ya çok cahil, ya da köylü kurnazlığıyla başkasının tarikatını kötüleyip küçümseyerek kendi tarikatlarına adam devşirme gayretindeler. Bu yöntem, bid’at ehli olan Vehhabi Seleficilerin yöntemine benziyor.
 
(Vehhabi – Selefiler, 1400 yıllık İslam’ın yanlış anlaşıldığını, 200 yıl önce İngilizlerle beraber bunu farkettiklerini ve gerçek İslam’ı(!) o zaman keşfettiklerini söyleyerek, kendilerine tâbi olmayan herkesin yanlış yolda ve şirk içinde olduğunu iddia ederler.)
 
Tasavvuf büyükleri arasında kavga olmaz. Çocukların arasında kavga olur.
 
Bu büyüklerin derdi Allah yoluna hizmet olduğu için, bu hayırlılar, birbirlerine karşı çok saygılı ve edeplidirler. Ancak farklı meşreplere bağlı (ilmi olmayan) dervişler arasında her zaman bir çekişme ve her zaman ‘Benim babam senin babanı döver!’ türünden çocuksu konuşmalar olmuştur. Bunun sebebi kibir ve karşı meşrepteki ihvanı küçümsemektir.
 
‘…bu yolda boşuna çabaladığımızı iddia ediyorlar’ dediğiniz sufiler, Allah’ımızın, “Artık kim zerre kadar iyilik yapmışsa onu görür.” âyetine inanmıyorlar mı acaba? (Zilzal 7)
 
Kâfirlerin bile yaptıkları iyilikler azaplarını hafifletecekken, Müslümanların Allah yolundaki çabaları nasıl boşa olur?
 
Dünyanın her yanına Ehli sünnet itikadını ulaştırmaya çalışan Süleyman Hilmi Tunahan efendinin talebeleri boşuna mı uğraşıyorlar? Vefat etmiş olan Süleyman efendiye rabıta ediyor ve gösterdiği çizgide devam ediyorlar diye zamanlarını boşa mı harcıyorlar?
 
Çıkardıkları âlimlerin ve evliyânın kasetleriyle bir dönemin gençliğini bid’at yollardan kurtaran İhlas gurubu boş işlerle mi uğraşmıştır yani?
 
İmam-ı Rabbâni gibi bir müceddide rabıta edip sevgi bağını kuvvetlendirmeleri gereksiz bir çalışma mıdır?
 
Resulullah aleyhisselam, “…Birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olmazsınız…” cümlesini hikaye olsun diye mi vazetti bize? (Müslim, Îmân 93-94; Tirmizî, Et’ime 45; İbni Mâce, Mukaddime 9)
 
Nakşibendi yolundaki bir eğitim metodu olan rabıtanın birinci kademesi hayatta olan mürşide rabıtadır. İkinci kademesi vefat etmiş olan silsilemizin büyüklerine rabıtadır. Üçüncü kademesi ise, Allah’ın Peygamberi Muhammed aleyhisselam’a yapılan rabıtadır.
 
Diri olan bir şeyhe rabıta yapmakla övünüp diğer tarikatları küçümseyen bu cahil sufiler, dünyasını değişmiş olan Efendimiz aleyhisselam’a niye rabıta yapıyorlar o zaman?
 
Madem ölünün bir faydası yok, şu halde Resûlullah’a ve silsile büyüklerine rabıta etmeyi bıraksınlar!
 
Bu nasipsizlerin söylemi şuna benziyor, ‘Resûlullah öldü, yolunu bırakalım!’ Böyle kafa olur mu?
 
Allah’ın Peygamberi aleyhisselam vefat ettiyse, yolu var (Kur’an ve sünnet), halifeleri var… Ne yapalım şimdi, mürtedler gibi, ‘kendisi yoksa halifelerine uymayız!’ mı diyelim?
 
Şeyhimiz, “Her beldede seyri sülükünü bitirmiş ve seyri sülük öğreten halifelerimiz vardır.” demedi mi yaşıyorken?
 
İşi bitmiş olan bir veli, etrafındaki topluluğu başka bir mürşide sevkeder, halifelerine değil.
 
Nitekim altın silsilemizde bulunan Niksarlı Hacı Ahmed efendi, vefat etmeden önce şeyhimiz İhramcızâde hazretlerine bir mektup yazarak bütün dervişlerinin eğitimini üstâdımıza havale ettiğini beyan etmiştir. (Allah’ın rahmeti dostlarının üstüne olsun!)
 
Bu tarikatta irşâdda bulunmakta, dirilerle vefat edenler müsâvîdirler. Aynen, feyiz almada çocuklarla ihtiyarların müsâvi olduğu gibidir.
 
Muhabbet rabıtası ve şeyhin teveccühüyle müridler muradlarına vasıl olurlar. Tek şart ise, o velînin hayatta iken mürşid-i kâmil olması lazımdır.
 
Malumdur ki mürşid-i kâmilden murad, feyz almak isteyenlerin kendisine rabıta edebilecekleri bir zat olup, Fenâ Fillah makamından sonra Bekâ Billah makamında bulunması ve bunun hakikatine ermiş olması lazımdır.
 
Nakşî yolu, Üveysî yoludur dedik. Silsilemizin yedinci halkası olan Ebu’l Hasan Harakânî hazretleri, Bayezid-i Bistâmi’nin hemşehrisi ve türbesinin bekçisidir. 20 yıl kadar türbenin bakımıyla ilgilenmiş ve o büyük velîye rabıta etmiştir. Aralarında 100 yıllık bir zaman farkı olmasına rağmen, O’nun rûhâniyetinden feyz alarak Üveysî tarikle yetişmiş ve silsilemize girerek binlerce talebenin Allah’a yönelmesine vesile olmuştur.
 
Silsilede geçen her şeyhin bir önceki şeyhten fiilen terbiye görmesi ve irşad görmüş olması şart değildir. Mesela Cafer‐i Sadık (rahimehullah) hazretleri, Beyazid-i Bestami (kuddise sirruhu) hazretleri ile; Beyazid-i Bestami’nin de Ebul Hasan Harakâni (kuddise sirruhu) ile zahiri bir bağlantıları yoktur.
 
Bu zevat, dünyada birbirleri ile görüşmediler. Böyle olunca silsilede bir kopukluk var gibi görünür. Bu görüntü de Üveysilik ile ortadan kalkar. Bu zevatı kiram birbirlerinden manen terbiye almışlardır.
 
Tıpkı Veysel Karani (rahimehullah) hazretlerinin Muhammed aleyhisselatü vesselam ile kopukluğu olmaması ve Peygamberinden manevi terbiye alması gibi…
 
Yine Behaeddin Nakşibend (rahmetullahi aleyh)’de iki koldan terbiye görmüştür. Seyyid Emir Gülal (rahmetullahi aleyh) onu fiilen terbiye etmiş, diğer taraftan Abdülhalık Gücduvâni de manen terbiye etmiştir.
 
Hatta Behaeddin Nakşibend hazretleri, Nefy-ü isbat (Lâ ilâhe illallah) zikrinin nasıl çekileceğini de, kendisinden 150 yıl kadar önce yaşamış bulunan Abdülhâlık Gücdüvânî hazretlerinin ruhaniyetinden öğrendiğini beyan eder. Bedenen görüşmeleri olmamıştır.
 
Ruhaniyetin verdiği fayda konusunda menâkıb kitaplarımızda kendisiyle alakalı şu menkıbe anlatılır;
 
Bir zaman Behaeddin Nakşibend hazretleri manevi bir sıkıntıya düşer, yaşayan hiçbir velî Behâeddin’in sıkıntısını gideremez ve dağlara çıkarak kendisinde mecnuni bir hal başlar. Hızır aleyhisselam gelir ve “nedir bu sıkıntı ya Bahaeddin?“ der.
 
Mevlana Bahaeddin “İsmi celali kalbime indiremedim, onun sıkıntısı” der. Hızır aleyhisselam, “Bağdat’a git, orada her bunalanın elinden tutan Şeyh Abdûlkâdir Geylânî’ye müracaat et, senin de muradın hâsıl olur“ der. Nakşibend Hazretleri Bağdat’a gider. Abdûlkâdir Geylânî hazretlerinin kabrini ziyaret eder.
 
Şeyh Abdûlkâdir kabirden elini çıkarıp Behaeddin’in göğsüne koyar ve: “Tut elimi, sana el tutucu desinler. Bu sana nakş olsun, müridlerin çok olsun.” der ve böylece Nakşibend ismi de buradan kalır. Aynı zamanda ismi celâli de kalbine indirir ve kalbi çalışmaya başlar.
 
Meşhur Reşâhat sahibi Şeyh Safiyuddin şöyle der:
 
“Ölümden sonra terakkinin hayattakinden üstün olduğu üzerinde birçok keşif ehli birleşmiştir. Muhiddin-i Arabi Hazretlerinin fikri de budur. Ebülhüseyn Nuri “Ölümden sonra terakki olmaz!” diyenlerdendir.
 
Halbuki birçok keşifle sabittir ki, ruha, beden alakasından sıyrıldıktan sonra bu dünyaya ait olmayan bir ilim verilmekte ve o da her ilim gibi terakki etmektedir.” (Reşâhat, Terc. Necip Fazıl)
 
Bu çocuk hastalığını teşhis ettikten sonra, şimdi tedavisi için de birkaç delil yazalım:
 
Allah Teâla hazretleri, Kur’ân’ı Kerim’de:
 
“Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın. Bilakis onlar diridirler; Allah’ın lütuf ve kereminden kendilerine verdikleri ile sevinçli bir halde Rableri yanında rızıklara mazhar olmaktadırlar. Arkalarından gelecek ve henüz kendilerine katılmamış olan şehit kardeşlerine de hiçbir keder ve korku bulunmadığı müjdesinin sevincini duymaktadırlar.” buyumaktadır. (Âli İmran 169-170)
 
Buradaki şehitler cihâd-ı asğar (küçük savaşın) şehitleridir, Mürşid-i Kamiller ise cihâd-ı ekber (büyük savaşın) şehidleridirler. (Bu büyük savaşın şehitlerine nasıl silsilesi kesilmiş denilir?)
 
Konuyla alakalı olarak Resulullah sallallahu aleyhi vesellem’in,
 
“Her kim bana selâm verirse, onun selâmına mukabele edinceye kadar Allah ruhumu bana geri verir.” (Ebu Davud)
 
“Mü’minler ölmezler, onlar fani olan dünya evinden bâki ve ebedi olan ahiret evine göç ederler.” (Müzekkîn nüfus)
 
“İşlerinizde şaşırdığınız zaman, kabir ehlinden yardım isteyiniz.”  (Acluni Keşfu’l-Hafa 1/85, 213.) hadislerini de iyi idrak etmek gerekir.
 
Görüldüğü üzere, Mürşid-i kâmillere ölü demek, Allah’ın ayetlerini ve kıymetli Peygamberinin hadislerini inkâr etmektir ki, bu da insanı küfre düşürür.
 
Efendimiz aleyhisselam’ın, “…Şüphesiz, âlimler peygamberlerin vârisleridir. Peygamberler, ne dinar ne dirhem miras bırakmışlardır, onların mirası ilimdir…” hadisine dayanarak, velilerin ittifak ettikleri bu mesele hakkında, o kıymetli âlimlerimizden de nakiller yapalım. (Ebu Davud, İlm 1; Tirmizi, İlm 19; İbni Mace, Mukaddime 17)
 
Hanefi imamlarından Ubeydullah-ı Ahrar Semerkandi hazretleri; Tevbe sûresi 119 da geçen, “Sadıklarla beraber olunuz.” âyetinin tefsirinde;
 
“Şüphesiz sadıklarla beraber olmak, sûrette ve mânada beraber olmaktır.” demiştir.
 
Bir başka Hanefi alimi İbni Kemâl el-Vezir rahmetullahi aleyh şöyle dedi:
 
“Dünyada bulunan ruh, muhafazasındaki kılıç gibidir. Ölümünden sonra ise, cismani alakalardan soyulduğu için kınından çıkmış kılıç gibi olur.”
 
Allame Seyyid Cürcani rahmetullahi aleyh Mevâkıf şerhinde şöyle der:
 
“Evliyaullah’ın suretlerinin, müridlerine zahir olabileceği gibi, öldükten sonra da müridlerinin onlardan feyz aldıkları bir gerçektir.”
 
Şeyhi Ekber Muhyiddin-i Arabî kaddesallahu sirruh şöyle der:
 
“Allah’ı zikredenlerin hayatı birleşir ve daimidir. Ölümle kesilmez, o diridir. Her ne kadar ölmüşse de onun hayatı fi sebilillah şehid olandan daha çok diri ve daha ziyade tamamdır. Ancak o şehid olan kimse Allah’ı çok zikreden kimselerden ise, o zaman onda iki hayat vardır. Biri şehidlik hayatı, diğeri de zikir hayatıdır. Allah’ı zikreden diridir, isterse ölmüş olsun, fakat zikri terk eden ise ölüdür. İsterse dünyada hayvani hayatla diri olsun.
 
Nitekim hadis-i şerifte: “Rabbini zikredenle etmeyenin hali, diri ile ölünün hali gibidir. Rabbini zikreden kimse diridir, zikretmeyen kimse ise ölüdür.” (Buhari)
 
Buyurulmasından anlıyoruz ki, zâkirin hayatı şehidin hayatından hayırlıdır. Eğer o şehid zâkirlerden değilse.”
 
Seyyid Yusuf ul Acemi El-Kürani rahmetullahi aleyh şöyle dedi:
 
“Şeyhimiz Ebu Osman el Mağribî’den işittim ki: Bir insan bir velinin kabrini ziyaret ederse, o veli ziyaret edeni bilir, selam verirse selamını iade eder veya kabri üzerinde Allah’ı zikrederse, veli de onunla birlikte zikreder.
 
Bilhassa ‘La İlahe İllallah’ zikrini yaparsa, o veli kalkar, bağdaş kurup oturur ve o ziyaretçisiyle birlikte zikreder. Çünkü veliler bir evden bir eve, yani dünya evinden ahiret evine göçerler.
 
Bunların ölülerine hürmet ve saygı sağlıklarındaki saygı gibidir. Kabirleri ayakla çiğnenmemelidir.
 
Binaenaleyh, Evliya cemaatına gerek hayatlarında ve gerekse vefatlarında ancak edeple muaşeret etmek lazımdır. Bir veli ölünce, bütün peygamberler ve velilerin ruhları onun üzerine namaz kılarlar.”
 
Yine şöyle demişti:
 
“Nice veliler vardır ki, sadık müridlerine vefatlarından sonra sağlığındakinden daha fazla faydalı olurlar. Bazı kullar vardır ki, terbiyelerini bizzat Cenab-ı Hak vasıtasız yapar, yine bir kısım kulların velayetini bazı velileri vasıtasıyla üzerine alır. İsterse o veli ölmüş bulunsun.
 
O veli kabrinden müridine sesini duyurur ve yine Allah’ın bir kısım kulları vardır ki, terbiyelerini bizzat Resulullah Sallallahu aleyhi vesellem efendimiz vasıtasız üstlenir; çok salavat-ı şerif okuması sebebiyle.”
 
Şeyh Abdülkâdir-i Geylânî (rahmetullahi aleyh) diyor ki:
 
“Öğleden evvel Resulullah sallallahu aleyhi vesellem efendimizi gördüm. Bana, “Evladım niçin konuşmuyorsun, vâaz etmiyorsun?” buyurdu.
 
Ben de: ‘Dedeciğim, ben Arap olmayan bir kişiyim. Bağdat’ın fasih uleması karşısında nasıl konuşabilirim?’ dedim. O zaman “ağzını aç” buyurdu, açtım, yedi kere üfledi ve sonra, “Halka karşı konuş, onları Allah yoluna hikmet ve güzel nasihatle davet et.“ buyurdu…
 
Bunu müteakip, öğle vakti kürsüye oturdum. Fakat çok fazla kalabalık vardı, yine irkildim. O zaman karşımda hazreti Ali radıyallahu anh’ı gördüm. O da sordu, cevap verdim ağzımı açtırdı, altı defa üfledi. ‘Niçin yedi kere üflemediniz?’ dedim. “Resulullah efendimize edeben“ dedi. Kayboldu. Bunun üzerine dilim açıldı ve halka vaaz etmeye başladım.”
 
Müfessirlerin pîri lakaplı Fahreddin-i Râzi rahmetullahi aleyh diyor ki:
 
“Bir sürü adamlar kendi şeyhlerinden izinsiz olarak şeyhlik davasına kalkmışlardır. Şeyhlerinin küçük bir işaretini te’vil edip, onu kullanmağa tevessül etmişlerdir. Bütün bu işlerden ve nefsimizin şerrinden Allah’a sığınırız.”
 
Adamın biri Malik bin Dinar’a gelip, ‘dün gece seni cenneti gezerken gördüm’ dedi, Mâlik ona, “Şeytan benden ve senden başka eğlenecek adam bulamadı mı?” dedi.
 
Ebu’l Hasan Şâzeli rahmetullahi aleyh şöyle dedi:
 
“Evliyadan bazıları vardır ki uzun zamanda bir vücuda gelir. Vefatları ile de feyiz güneşi batmaz, zamanın kutuplarına bile bunlar feyiz verir. Kabirlerinden çok zaman, mü’minlerin kalplerine rabbâni ilim ve ilâhi maarifi neşr yoluyla tasarruflarını yürütürler.”
 
“Veli, dünyada iken kınındaki kılıç gibidir. Ölünce, kınından çıkan kılıç gibi olup, tasarrufu ve tesiri kuvvetlenir.” (Berika)
 
Abdülhak-ı Dehlevî hazretleri şöyle dedi:
 
“Vefat eden evliya zat, yaşayandan daha çok feyz verir, daha çok yardım eder.” (Mişkât tercümesi)
 
Silsilemizin kilometre taşlarından Mevlâna Halid-i Bağdâdi rahmetullahi aleyh’in konuya paralel olarak zikrettiği birkaç örnekle devam edelim:
 
“Büyükler, ruh külli olduğu vakit, yetmiş bin surette zahir olabilir demişlerdir. Bu dünyada böyledir, berzah aleminde ise, bu suretlere girmesi daha da kolaydır. Zira berzah aleminde ruh cesetten ayrıldığı için, daha kuvvetli ve müstakil olur.”
 
Şafii imamlarından Gazali rahmetullahi aleyh İhya kitabında, namazın her rüknünde kalbin hazır olmasını anlatan bâbda şöyle der:
 
“Peygamber Efendimizin suretini ve kerim şahsını kalbinde hazır eyle. ‘Esselamu aleyke eyyuhennebiyyu’, derken inan ki senin selamın kendilerine ulaşır ve O daha kamili ile sana cevap verecektir.”
 
Şeyh Şihab-i Hafacani’nin şeyhi olan Allame Şihab Ahmet El Mekki ‘Şerhul Bab’ adlı kitabında, teşehhüd kelimelerinin manalarını açıklarken şöyle der:
 
“Esselamu aleyke cümlesi ile Peygamber Efendimiz (aleyhisselatü vesselam)’a hitap edilmesinden maksat;
 
Namaz kılan ümmetinden Efendimizin haberdar olmasıdır. Bu şekilde Peygamber Efendimiz namaz kılanın yanında bulunup, kıyamet günü de en faziletli ameli için şahitlik yapması mümkün olur.
 
Ayrıca O’nun hazır olduğunun hatırlanması huşunun artmasına sebeb olur.” Sonra bu sözlerini İhya kitabında geçen yukarıdaki sözlerle doğrulamıştır.
 
Hanefi alimlerinin büyüklerinden, alleme seyyid Şerif el-Cürcani, Mevakıf kitabının şerhinin sonunda ve ‘Şerhul-Matali’ kitabının haşiyesinin hemen başlarında, velilerin suretlerinin müridlerine görünmeleri, ölümlerinden sonra da olsa sahih olduğunu, hatta müridlerin kendilerinden feyz alabileceklerini söylemiştir.
 
Hambeliye mezhebinin alimlerinden gavs ve yüce imam Şeyh Abdülkadir-i Geylâni rahmetullahi aleyh şöyle der:
 
“Fakir (Hak yolcusu salik) kişi veliler ile rabıta kurar. O rabıtadan dolayı da, onlardan faydalanır. Zahiren onlara fazlaca ikramda bulunmazsa da sakınca yoktur.
 
Yabancı olup da onlara batıni rabıta yapmayan kişi onlardan faydalanamaz.”
 
Bu sözler, İmam Sühreverdi’nin Avarif adındaki kitabının, müridin şeyhi ile olan edepleri babında zikr edilmiştir.
 
“Ben diyorum ki, bu konuda büyük alimlerin sözleri sayılamayacak kadar çoktur. Bunda apaçık bir delil vardır ki, veliler için vefatlarından sonra gerçekleşen bir nevi tasarruf vardır. Bu konuda birçok muhakkikler, ifadeleri yaklaşık aynı ve kesin olan risaleler yazmışlardır.
 
Onun için hidayet yoluna ulaştırılan kişi bunu inkar etmekten sakınsın, zira inkarı tehlikelidir.” (Mevlana Halidi Bağdadi – Mektubat)
 
Velilerin ruhları, diri iken olduğu gibi, öldükten sonra da, yüksek mertebede olur. Allahü teâlâya manevi olarak yakındır.
Evliyâda, dünyada da, öldükten sonra da keramet vardır.
 
Keramet sahibi olan ruhlardır.
 
Ruh ise, insanın ölmesi ile ölmez. Kerameti yapan, yaratan, Allahü teâlâdır. Her şey, O’nun kudreti ile olmaktadır. Her insan, Allah teâlâ’nın kudreti karşısında diri iken de, ölü iken de hiçtir.
 
Bunun için, Allahü teâlâ’nın dostlarından biri vasıtası ile, bir kuluna ihsanda bulunması şaşılacak bir şey değildir. Diri olanlar vasıtası ile çok şey yaratıp verdiğini, herkes her zaman görmektedir. İnsan diri iken de, ölü iken de bir şey yaratamaz. Ancak, Allahü teâlâ’nın yaratmasına vasıta ve sebep olmaktadır. (Mişkat)  
 
Peygamber efendimizin (Övgüler ve selam üstüne olsun!)
 
Konstantiniyye hadisinde övdüğü Sultan Fatih’in şeyhi Akşemseddin hazretlerinin şiiriyle bitirelim:  
 
“Tasarruf ehlidir ruh-u veli, dü cihanda,
 
Deme bu ölüdür, nasıl derde derman ola!
 
Ruh şimşir-i Hüda’dır, ten kılıf olmuş ona,
 
Dahi alâ kâr eder, bir tığ ki, üryân ola.”    
 
 
Sadesi; “Evliyanın ruhu, iş yapar iki cihanda,
 
Deme, bu ölüdür, nasıl olur derde deva!
 
Ruhu, Hakk’ın kılıcı, vücut kılıftır ona,
 
Kınından çıkan kılıç tesirli olur daha.”  (Mecmuât-ül cevahir)