Hayatın Sırrı...

Hayatın Sırrı...

"Hadiseler iki kısımdır: 
Rahmet olmadığı halde rahmet sanılan, fakat hakikatte bir azap ve belâ olan hadiseler; 
Ve hakikatte bir lütuf, ihsan ve rahmet olduğu halde, bir azap ve ceza olduğu sanılan hadiseler.

Birinci kısma şu misali verebiliriz: 
Baba, çocuğunu ihmal edip dilediğini yapacak şekilde onu terbiye etmez, öğrenmeye teşvik etmezse... İşte bu durum, görünürde bir merhamet, hakikatte ise bir cezadır.

İkinci kısmın misali ise; 
Çocuğunu okula hapsedip, onu tahsil yapmaya zorlayan baba gibidir. Bu zahirde bir ceza sanılsa da, hakikatte bir rahmet ve merhamettir.

İnsan da böyledir. Bir insanın elinde kangren hastalığı olsa... 
Bu adamın eli kesilse, bu, görünüşte bir azap, gerçekte ise bir rahmet ve acımadır. Bundan dolayı aklı az olanlar, işlerin zahirine aldanırlar. 
Gerçek akıllılar ise, işin aslına ve hikmete bakarlar.

Bunu iyice anladığında, âlemde bulunan çile, belâ, elem ve bütün meşakkatler, her ne kadar görünürde böyle olsalar da, gerçekte onların bir hikmet ve rahmet olduğunu anlarsın. Bunun özü, hikmet konusunda söylenen şu sözdür: 
"Küçücük bir şerden dolayı çok hayırları terketmek büyük şerdir." Buna göre, tekliflerden maksadın, ruhları bedene ait ilgilerden temizlemek olduğunu anlarsın. Nitekim Cenâb-ı Hakk: 
"Eğer iyilik ederseniz, kendinize iyilik etmiş olursunuz." buyurmuştur. (İsrâ 7)

Nimet verilirken, nimete değil de, nimeti verene bakan kimse, belâ vaktinde belâya ve musibete değil de, bunları verene bakar ve o zaman, her halinde, Marifetullâh'a dalmış olur. Böyle olan herkes de daima, mutluluk mertebelerinin en yücesinde bulunur.

Nimet verildiği vakit nimeti verene değil de, nimete gözlerini diken kimse ise, belâlar geldiğinde de belâyı verene değil de, belânın kendisine bakar. Böylece de, her halinde, devamlı Allah'tan başkasıyla meşguliyette boğulmuş olarak, daima bedbahtlığa batmış olur. Çünkü nimeti bulduğu zaman, onun elden gitmesinden korkar da, böylece bir azap içinde olur; 
Nimet elinden gittiği zaman da, bir zillet ve ceza içine düşer de âdeta kendisini zincirler ve bukağılar içinde hisseder. 
Bu incelikten dolayı, Cenâb-ı Allah, Hz. Musa'nın ümmetine; 
"Nimetlerimi anınız." (Bakara 40); 
Muhammed ümmetine de;
"Beni anınız ki, Ben de sizi anayım" demiştir. (Bakara 152)

Anlatıldığına göre, birisi bir büyüğün yanına giderek, "Ufak bir şeyden ötürü sana geldim" demiş. O da bunun üzerine, "Önemsiz şeyler için önemsiz bir adam ara!" diye cevap vermiştir.

Buna göre, Cenâb-ı Hakk sanki şöyle demiş olur: 
Şayet Rahman lâfzını zikretmekle yetinseydim benden utanır ve benden basit isteklerde bulunman imkânsız olurdu. Ancak sen, benim "Rahman" olduğumu bildiğin için, benden büyük şeyler istersin; ama ben aynı zamanda “Rahîm’im” 
O halde benden ayakkabının bağını ve tencerenin tuzunu da iste!" 
Nitekim Cenâb-ı Hakk, Hz. Musa'ya şöyle demiştir: 
"Ey Mûsâ, benden tencerenin tuzunu ve koyununun yemini bile iste!"

Fahreddini Razi / Fatiha Tefsiri

İlgili Video: